Liselerde Osmanlıca dersi okutulmalı mı? Eski bir tartışma

Şimdi adını hatırlayamadığım bir Fransız(?) yazarı, 'bazı ölüler vardır; onları tekrar öldürmek gerekir,' demişti. Bizim ülkemizde de bazı yazılar vardır ki, onları yeniden yazmak gerekir.

Hangi yazılar mı?
Mesela, 'Liselerde Osmanlıca Eğitimi' yazısı...
1976 yılında, o yıllarda haftada bir köşe yazılarımın yayımlandığı 'Politika' gazetesinde (gazeteyi, şimdiki Dışişleri Bakanımız sevgili İsmail Cem yönetiyordu), 'Liselerde Osmanlıca Eğitimi' başlıklı bir yazım çıktı. (16 Nisan, 1976). Bu yazıda, özet olarak, 'geçmişi bir kültür birikimi olarak' kavrayabilmek için Osmanlıca'nın lise müfredat programına alınmasını öneriyor; ve 'Çağdaş bilimleri kavrayabilmek için, Batı dillerini öğrenmek ne ölçüde gerekli ise, geçmiş kültürümüzü kavramak için, sadece Osmanlıca bile yetmez; Arapça ve Farsça da öğretilmelidir,' diyordum.
Doğrusu, bu son derece masum bir öneriydi;- ya da, en azından ben öyle düşünüyordum. Bu tarihten (1976'dan) çok önce, 1968'de, Yeni Ufuklar dergisine Londra'dan gönderdiğim bir yazıda ('Yeni Ufuklar', Nisan 1968, sayı: 191), bu görüşlerimi dile getirmiş, şunları yazmıştım: 'Bence işe, dil bilgisi alanında görülen korkunç sığlıkla başlamak gerek. Eski Yunan ve Latin kültürünün Batı düşüncesine kaynaklık etmesinde, bu dillerin öğrenilmesinin payı olduğunu yadsımıyoruz; ama Osmanlıca konusunda bu duyarlığı göstermiyoruz. Klasik dil bilgisinin Batı üniversitelerinde ne ölçüde önemsendiğini anlatmaya kalkacak değilim. (...) Bizdeyse Osmanlıca, okullarımızda klasik bir dil olarak okutulmaz. (...) Diyeceğim, ne kadar burun kıvırsak boşuna! Türk humanizması, eski kaynaklara, daha doğrusu Osmanlı kültürüne dayanıyor. Bununla yalnız Divan edebiyatını önermiyorum. Vak'anüvislerin, Osmanlı bilginlerinin yazıları, tezkireler, seyahatnameler hep bunun içine giriyor.' Yazıyı şöyle bitirmişim: 'Diyeceğim, Yunus kadar, Dadaloğlu kadar, Nedim'in, Necati'nin, Naima'nın Osmanlı kültürünün ağır basan bir kesimini oluşturdukları, bana çok daha tutarlı bir yargı gibi geliyor.'
1968'de öne sürülen bu düşünceleri, aradan sekiz yıl geçtikten sonra, 1976'da, 'Politika'da yeniden gündeme getirdiğimde, tıpkı bugün olduğu gibi, 'bazı yazıları yeniden yazmak gerekir', diye düşünüyordum. Ama bana göre, Türkiye'nin entelektüel tarihiyle örtüşen 'sahih' bir yaklaşımın gereği olarak dile getirdiğim bu fikirler, bu defa hiç ummadığım ve elbette beklemediğim şiddette bir saldırganlığa yol açtı. Hem Doğu'lu hem de Batı'lı olmaya yazgılı bir toplumun, hem Doğu hem de Batı kültürünü temellük edebilmesinin, Batı dilleri kadar Osmanlıca (ya da, Arapça ve Farsça) öğrenilmesine de bağlı olduğunu, bu 'sahihlik'in, vazgeçilmez ya da 'olmazsa olmaz' önkoşulu sayıyordum. (Elbette, hâlâ da öyle düşünüyorum!) Entelektüel tarihimizin bize yüklediği bir zorunluluk!
Dedim ya, kızılca kıyamet koptu. 14 Mayıs 1976 günü Melih Cevdet Anday, 'Cumhuriyet' gazetesinde, 'Korktum' başlıklı bir yazı yayımlayarak beni cevaplandırdı. Anday, şunları yazıyordu: 'Sayın Hilmi Yavuz, okullarımıza Arapça, Farsça derslerinin konmasından yana (...) Geçmiş kültürümüz dedikleri şeyi yapan bu dilin (Osmanlıca'nın H.Y.) kalıtına da bir bakalım. Sayın Yavuz da bilimlerin öğrenimi için Batı dillerini doğru bulduğunu söylediğine göre, demek bu açıdan eski kültürümüzden yararlanamayacağız. Ne kalıyor geriye? Şiir. Evet, Yavuz da divan ozanlarının adlarını sıralıyor yazısında, öğretelim bunları çocuklarımıza, bunun için liselere Arapça, Farsça dersleri koyalım, diyor. Düşünün, divan şiirini öğretmek için iki yabancı dil okutacağız ve buna 'geçmiş kültürümüzü algılamak' adını takacağız. (...) Yazık değil mi çocuklarımıza! Açıklamaları ve yüz yüzelli sözcüklük sözlüğü ile küçük bir Divan şiiri antologyası yeter o 'kültür' üstüne bilgi vermeye...'
Görülen oydu ki, sayın Melih Cevdet Anday, Osmanlı kültürünü küçümsüyor ve Divan şiirinin 'açıklamaları ve yüz, yüzelli sözcüklük sözlüğü ile küçük bir Divan şiiri antologyasının', onu öğretmek için yeterli olacağını öne sürüyordu. Arapça ve Farsça öğretmek, ona göre, 'Çocuklarımıza yazık olması' anlamına gelmekteydi!!! Anday, daha da ileri gidiyor ve Osmanlıca ya da Arapça ve Farsça'nın liselerde okutulmasına, seçmeli ders bile olsa, 'gericilik' gözüyle bakıyordu.
Melih Cevdet Anday'a, o yıllarda 'Cumhuriyet'te popüler bilim yazıları yazan Vehbi Belgil de katıldı. Belgil, Anday'ın yazısının yayımlanmasından hemen bir gün sonra, aynı gazetede (Cumhuriyet, 15 Mayıs, 1976) ad vermeden şunları yazmaktaydı:
'Yazı meselesi bütün ülkelerde neden bu denli bir bela olmuştur? Yanıtı çok kolay verilebilir bu sorunun. Yazı, ta ilkçağlardan beri, hep dincilerin ve onlarla sürekli işbirliği halinde bulunan soylu asalakların, saray çevrelerinin, gericilerin pençesinde kalmıştır. Bunlar, halkı köpekten aşağı saydıkları için, halk için değil, sadece kendileri için bir yazı sistemi yaratmışlar ve bu yolla da, halkla aralarına bir kalkan koymuşlardır.
Dil ve yazı, boş kafalı salon asalaklarının malı değil, bütün bir ulusun malıdır. Yazı, amaç değil, araçtır. Bu nedenle de en kısa zamanda, en sağlam şekilde öğrenilmelidir. Bir haftada öğrenilmeyen yazı, yazı değildir.'
Vehbi Belgil de, beni 'gerici', 'Osmanlıcı (mazici) solcu', 'boş kafalı salon asalağı' sayıyordu. Bu yazıya cevap vermedim; -vahim çarpıklıklarla ve kinle doluydu çünkü! Yazının 'ta ilkçağlardan beri hep dincilerin ve onlarla işbirliği halinde bulunan soylu asalakların, gericilerin pençesinde' kaldığı iddiası ise, düpedüz yanlıştı. Önümüzdeki hafta da bu meseleye devam edeceğim.

* * *

Geçen haftaki yazımda 1968'den başlayarak, liselere Osmanlıca ya da Arapça ve Farsça dersleri konulması konusunda yazdığım yazılardan ve bu yazılara karşı gösterilen tepkilerden söz açmıştım.

Aslına bakarsanız benim bu konuda ne yazdığımdan çok, aldığım tepkiler daha büyük önem taşıyor,-Türkiye'de bir kısım okuryazarın, Osmanlı'ya ve Osmanlı kültürüne karşı olan akılalmaz nefretini göstermek bakımından!
İlk yazımda, Melih Cevdet Anday ve Vehbi Belgil'in 'Cumhuriyet' gazetesinde çıkan yazılarından alıntılar yapmıştım. Bu gün de, Rauf Mutluay'ın (ve yine elbette, 'Cumhuriyet' gazetesinde) yayımlanan bir yazısına değineceğim,- 23 Mayıs 1976 tarihli 'Muktebes Abes' başlıklı yazısına...
Mutluay da 'Cumhuriyet'in Melih Cevdet'li, Vehbi Belgil'li 'Tek Sesli' korosuna katılıyor ve şunları yazıyordu: 'Kültür geçmişimizdeki büyük birikimin, harf devrimini gerçekleştirdiğimiz 1928 yılından bu yana, gerekli hız, yeni dil ve yeni yorumlarla bugüne iletilemediğine hep birlikte yakınabiliriz. Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'nın da, üniversitelerin de sürekli ve dikkatli bir yoğunlukla emek harcamadığına yerinebiliriz.
Bilmek istediğimiz her değerli eski metnin, aydınlatıcı açıklamalar, gerekli notlar, olumlu yorumlarla bize yakınlaştırılmamış olmasına üzülebiliriz. Tarihimiz boyunca yaşadığımız çeşitli kültür ve uygarlık değişimlerinin hiç değilse uluslaşma ve çağdaşlaşma aşamasında değerlendirilmemiş olmasından konuşabiliriz. Daha çok sayıda uzman ve araştırıcı yetiştirilmesini dileyebilir, geçmiş dönemleri bugünün bilinciyle değerlendirecek daha çok emeğin bu çabaya adanmasını gönülden isteyebiliriz. Bu noktalarda ayrılığımız yoktur sanırım. Ama amacı genel kültür kazandırmak, bir yandan hayata hazırlarken, bir yandan da yüksek öğrenim kurumlarıyla üniversitelere öğrenci yetiştirmek olan liselere, 'ölü bir dil' olarak ve geçmiş kültürümüzün algılanması amacıyla Arapça ve Farsça derslerinin konmasını düşünmek... eskilerin deyişiyle 'abesle iştigal etmek'ten (saçmayla uğraşmak) başka bir şey sayılamaz.'
Görüldüğü gibi, Rauf Mutluay, beni Anday ve Belgil gibi, 'gericilik'le suçlamıyor, ama, benim düşüncelerimi 'abesle iştigal' sayıyordu. Mutluay'a göre de, geçmiş kültürümüze ilişkin kaynakların okunması, o konuda 'uzman' olanlara bırakılmalıydı. Eski metinleri okuma uğraşını 'uzmanlar'a bırakılmasını savunanlar (elbette Anday, Belgil ve Mutluay), tıpkı Bilgi'nin din adamlarının tekelinde olması gerektiğini savunan Ortaçağ Skolastikçileri ile aynı zihin yapısına sahip olduklarının farkında değillerdi elbet! Ayrıca, Osmanlı döneminde okuryazarlığın ve dolayısıyla da Bilgi'nin halk kitlelerine yayılmasına set çekildiğinden; Osmanlı kültürünün Saray ve çevresi ile sınırlı bir 'elit' kültür olduğundan ve Osmanlı köylüsünün 'cahil' bırakıldığından şikayetçi olanlar, şimdi kalkıyor, Osmanlıca'nın sadece, belli bir 'uzman' elitin tekelinde bırakılması gerektiğini müdafaa ediyorlardı! Bu davranışlarıyla da, bu defa halkın değil, ama 'ölü diller uzmanı' olmayan aydının 'cahil' kalmasına önayak olduklarının da farkında değildiler...
Mutluay, yazısına şöyle devam ediyordu:
'Ne sanıyor liseyi Hilmi Yavuz arkadaşım? Daha içinden tam çıktım sayılmaz. Yirmi sekiz yıllık öğretmenliğim, aynı düzeydeki binlerce öğrenci karşısında sürüyor gene(...) Türkçe'yi öğretemediğimiz, bir sayfa yazıları içinde yüzlerce noktalama, yazım yanlışlarıyla karşılaştığımız, bir türlü varlığının gereklerine inandıramadığımız Edebiyat dersleri yerine gençlere bir de Arapça ve Farsça!'
Oysa, yazımda ben, 'Edebiyat dersleri kaldırılsın, yerine Arapça ve Farsça konsun...' demiş değildim ki! Nereden çıkarıyordu Mutluay, son cümlesindeki bu yargıyı? Anlamak mümkün değildi elbet.
Rauf Mutluay, 'Arapça ve Farsça öğretiminin her şeyden önce bir alfabe, yazım (imla) ve söyleyiş (telaffuz) özelliği gerektireceğini bilmez mi Hilmi Yavuz?' diye payladıktan sonra, 'Bunu on sekiz yaşına yüklemeyi nasıl düşünebilir?' diye soruyor ve ekliyordu: 'Türkçe'ye aykırı binlerce kuralın yeniden öğretilmesi, hem de niçin? Üniversite uzmanlığına karışmam; ama bu konuyu liseler düzeyinde konuşmak, gerçekten 'abesle iştigal'dir...'
On sekiz yaşındaki bir gence 'yüklemeyi' düşündüğüm şey, o gencin geçmiş kültürü ile doğrudan ilişki kurmasını sağlayacak imkanlardı. Mutluay, bunu 'hem de niçin?' diye sorarak 'lüzumsuz' hatta 'abes' bulduğunu söylüyordu. Ama, elbet hepsi bu kadar da değildi: Mutluay'ın 'abes' bulduğu, 'Türkçe'ye aykırı binlerce kuralın yeniden öğretilmesi' idi. İngilizce, Fransızca, Almanca öğrenen genç liseliler, 'Türkçe'ye aykırı binlerce kuralı' sanki, öğrenmiyorlar mıydı?
1984 yılında 'Liselere Osmanlıca Dersleri Konulmalı mı?' meselesi bu defa, 'Nokta' dergisinin yaptığı bir soruşturma bağlamında yeniden gündeme geldi. Bu konuda düşüncelerimin değişip değişmediğini soran muhabire, 'söylediklerimde diretiyorum; hiçbirinden vazgeçmiş değilim' demiş olmam, bu defa Oktay Akbal'ı kızdırmış olmalıydı. Nitekim Akbal , 14 Temmuz 1984 tarihli 'Cumhuriyet' gazetesinde 'Geri Dönemeyiz' başlıklı bir yazıyla, benim niçin, 'gençlerin kafasını paslandıracak bir öğretim yönteminden yana' olduğumu soruyordu. Bir dili öğretme yönteminin, 'gençlerin kafasını nasıl paslandıracağı'nı anlamak zordu. Ya da, 'kafayı paslandıracak' diller Arapça, Farsça ya da Osmanlıca olmalıydı,-Oktay Akbal'ın, 'kafayı paslandıracak' dillerden Batı dillerini kastetmediği anlaşılıyordu çünkü...
Daha bitmedi: Önümüzdeki hafta bu konuya devam edeceğim.

* * *

'Liselerde Osmanlıca eğitimi' konusunda yazdığım ilk iki yazıda, bu önerimi 'gericilik" ve 'abesle iştigal' diye eleştirenlerden (Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Vehbi Belgil, Rauf Mutluay) söz etmiştim.

Bu yazımda ise, 'Tek Sesli Cumhuriyet Gazetesi Korosu'nun dışından bir değerli bilim adamının yazısını iktibas edeceğim. Bu yazı, o yıllarda (1976), Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde görevli olan Doç. Dr. Metin Kunt'a aittir. Şimdi İngiltere'nin ünlü Cambridge Üniversitesi'nde Osmanlı Tarihi profesörü olan Kunt'un 26 ve 27 Mayıs 1976 tarihlerinde 'Politika' gazetesinde yayımlanan bu iki yazısı, bugün de değerini ve anlamını koruyan yazılardır. Özellikle genç okurlarımın bu yazıları dikkatle okumalarını öneririm.
Metin Kunt, 'Orta Öğretimde Yabancı Dil Tartışması: Arapça-Farsça' başlıklı ilk yazısına, 'Türkiye'de okullarda Arapça, Farsça öğretilmeli mi? Ya Osmanlıca? Eski kültürle bağlarımız var mı? Yeterli mi? Genel olarak yabancı dil öğretimi nasıl olmalı çağımızın Türkiye'sinde? Bu önemli sorular son günlerde gazetelerde çeşitli yazılara konu oldu.' diye başlıyor ve 'liselerimizde Arapça, Farsça öğretilmeli mi? sorusunu, 'neden olmasın?' diye yanıtladıktan sonra şunları yazıyordu:
'Neden orta eğitimde yalnızca Almanca, Fransızca, İngilizce öğretilsin? Çeşitli gerekçelerle çeşitli diğer diller de okutulabilir pekala. Amaç, çağdaş bilim ve tekniği izleyebilmekse, Batı dilleri yanında Japonca ve Rusça'ya da yer verilebilir. Diğer amaçlarla Arapça ve Farsça da eklenebilir listeye; örneğin Hilmi Yavuz'un dediği gibi, 'geçmişi bir kültür birikimi olarak algılamak' için bir araç olarak...
Fakat Arapça ve Farsça'yı 'ölü' diller saymak neden? Kültür birikimimizi işleyebilmek için öğrenilecek Arapça ve Farsça, şimdi İran'da ve Arap ülkelerinde yazılan-okunan dillerden farklı değil ki. 'Yeni' Farsça, Firdevsi'nin Şehname'siyle başlar. 11. yüzyıldan beri de pek az değişmiştir. Arapça'da ise, durum değişiktir. Gerçi, değişik Arap ülkelerinin lehçeleri epey farklıdır birbirinden; ama(...) Arap aydınının (Arapça'sı) geleneksel Arapça'dır.(...)
Yani, Batılı aydının Latince ve Yunanca öğrenmesi gibi, biz de Arapça ve Farsça öğrenebiliriz.(...) Demek istediğim kuramsal olarak liselerimizde yabancı dil öğretiminde Arapça ve Farsça'nın da yeri olması, sakıncalı olmak bir yana çok yararlı olacaktır.'
Metin Kunt, ertesi günkü 'Politika' gazetesinde (27 Mayıs 1976), bu defa 'Liselerde Osmanlıca' başlığı altında ikinci bir yazı yayımladı. Kunt, bu yazıya da 'Liselerimizde Osmanlıca öğretilmeli mi?' diye soruyor ve 'Buna cevabım kuşkusuz ve kesin 'evet' olacaktır' dedikten sonra şöyle devam ediyordu:
'Yanlış anlaşılmamak için başından belirteyim. Yeni harfleri bırakalım da, eski harflere dönelim demiyorum tabii. Artık, Cumhuriyet'in ilanından 53 ve yazı devriminden 48 yıl sonra, sorun ikisi arasında bir seçim olarak konmamalı ortaya.
Osmanlıca'nın ve eski yazının güçlüğü çok abartılagelmiş, hâlâ da abartılmakta. Hâlâ eski yazının sadece Türkçe için değil Arapça için bile yetersiz olduğu öne sürülüyor. (...) Eski yazının Arapça'ya uygun olup olmadığını bir yana bırakalım da gelelim Osmanlıca'ya yani eski yazı ile yazılan Türkçe'ye. Evet, Osmanlıca eski yazı ile yazılan Türkçe'den başka bir şey değil. Tabii, Arapça ve Farsça'dan bir sürü kelime alınmış, hatta gramerinde bile Arapça ve Farsça'dan gelme öğeler var. Tabii, en yüksek çevrelerin Osmanlıca'sı halkın 'Türkçe'sinden farklı. Ama aralarındaki kesin ayırım çizgisini nereye yerleştirmeli acaba? Türkçe nerede biter, Osmanlıca nerede başlar? Diyelim ki, Divan edebiyatı Osmanlıca, ya tarih yazıları? Diyelim, Naima'nın yazdığı Osmanlıca, ya Evliya Çelebi'nin yazdığı? Diyeceğim, böyle kesin bir ayırıma ben inanamıyorum. Osmanlıca yazı dili, tabii halkın konuşma dilinden çok ayrı; ama şimdi bile yazı dilimizle halkın konuşma dili arasında fark yok mu?
Eski yazı konusuna gelince, dediğim gibi, güçlüğü çok abartılıyor. Alır insan eline Arapça'da üçlü kökten çıkabilecek 9-10 fiil şeklinin listesini, bunların mastarını, etken-edilgen şekillerini de öğrenir, sonra da sesli harf işaretleri olmasa da 'mkdr' kümesinin 'mukadder' (ya da, 'mukaddir') ; 'mtfrk' kümesinin 'müteferrik' okunacağını bilir. Bu, tabii Arapça kökenli kelimeler için. Türkçe kelimelerde zorluk daha fazla; 'kvrk' kümesinin 'kürk' mü, 'kürek' mi 'gevrek' mi okunacağını insan ancak cümle içinde çıkarabilir (belki de çıkaramaz: Sultan bir kürk mü istemiş, yoksa kürek mi? Bahçıvan eline kürkünü mü almış, küreğini mi?) Belki bazılarının eski yazıyı öğrenebilmek için, ille de bir hocanın rahlesi önünde yıllarca diz çökmesi gerekebilir, onlara diyecek lafım yok; ama böyle kişilerin herhangi başka bir şeyi daha kolay öğrenebileceklerini de sanmıyorum. Eski yazı öğrenmek, bir miktar Arapça, Farsça ya da şimdi kullanılmayan Türkçe gramer özelliklerini öğrenmeyi gerektirir, ondan sonrası göz alışkanlığını artırmaya bakar. Tabii, eski yazıyı yeni öğrenen kimse hızlı okuyamaz, bir süre ilkokul birinci sınıf öğrencisi gibi, heceleye heceleye gider, belki, hatta hiçbir zaman yeni yazıyı okuduğu kadar hızlı okuyamaz. Ama yavaş yavaş da olsa, niyeti olan kişi, herhalde bir-iki ay içinde eski yazıyı söker.'
Doç. Dr. Metin Kunt'un (şimdi profesör, o zaman doçentti), bu çok önemli bulduğum yazısını iktibasa önümüzdeki hafta da devam edeceğim. Sevgili okurlarım, 'ama bu mesele kabak tadı verdi, yeter artık!' demesinler lütfen;-geçmiş kültürümüzle ilişki kurmaya, bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var! Bu ilişki ise, ancak o kültürün dili öğrenilerek kurulabilir ve başka yolu da yoktur.

* * *

Liselerde Osmanlıca dersi okutulmalı mı, sorusunun ortaya çıkardığı tartışmalar, bir kısım okur–yazarımızın dünyaya bakışındaki akılalmaz sığlığı olanca açıklığıyla sergilemesi bakımından da, bir nevi turnusol kağıdı işlevi görmüş; deyiş yerindeyse, takke düşmüş, kel görünmüştü!

‘Tek Sesli Cumhuriyet Korosu’nun Melih Cevdet Anday’ı, Rauf Mutluay’ı, Vehbi Belgil’i kimi tiz kimi pes perdeden, Osmanlıcanın liselerde okutulması düşüncesini savunma ihtiyatsızlığını göstermiş olan bu satırların yazarını, daha önceki yazılarımda özetlediğim ‘bir şiddet ü tasmim’ ile karalamaya kalkışmışlar; ama gereken cevabı da almışlardı. Okurlarım hatırlayacaklardır; iddialar, incir çekirdeğini doldurmuyordu ve bu iddialardan biri de, eski yazıyı öğrenmenin ‘zor’ olduğuydu!
Prof. Dr. Metin Kunt, ‘Politika’ gazetesinde yayımlanan 27 Mayıs 1976 tarihli yazısında, bu iddiaya cevap verdi. ‘Eski yazıyı öğrenmek’ diyordu Metin Kunt, ‘gözümüzün korkutulduğu kadar zor değil ya, gene de gerekli mi?’ Kunt, şöyle devam ediyordu yazısına: ‘Kimi çıkıyor, eski kültürümüzden kalma ve hâlâ değeri olan yazılar, zaten yeni harflerle yayınlanıyor diyerek işi kesip atıyor. Eski harflerin yeni harflere çoğu zaman yalan yanlış çevrildiği bir gerçek. Üstelik, yeni harflere çevrilen Osmanlı eserleri binde bir midir, on binde bir midir, orasını tahmin etmek bile istemiyorum. Acaba, kütüphanelerimizde bilinmeyen kıymetli eserler var mı? Bilmiyoruz ki! Okuyamıyoruz ki! Biliyor musunuz, Başbakanlık Arşivi’nde milyonlarca belgenin yıllardır değil kataloğu, kataloğunu hazırlayabilmek için gereken ön ayrımı yapılıyor ve bu gidişle daha yıllarca yapılacak. Kim bu durumda tarihimizi hakkıyla bildiğimizi öne sürebilir?
Orta ve yüksek eğitim öğrencilerinden eski edebiyata, tarihe meraklı olan azmış. Acaba öyle mi? (Eğer) Öyle ise, eğitim sistemimizin sağlıklı olmadığını göstermez mi bu? Üstelik, neden öyle acaba? Öğrencilerin eline ‘eski’ edebiyatı, tarihi okutabilecek araçlar verilmediğinden olmasın? (‘Eski’ dediğimiz de, 50–60 yıl öncesine kadar geliyor.) Neden öğrencilerimiz edebiyatımıza ve tarihimize merak göstermesinler, neden yeni harflere çevrilen bir avuç örnekle yetinsinler, neden canları isterse eski harflerle yazılmış kitapları okuyamasınlar?’ Metin Kunt, bundan sonra şu canalıcı soruyu soruyor ve cevaplıyordu: ‘Yoksa, eski yazı öğrenmekle, Cumhuriyet düzeninin batacağından mı korkuluyor? Bunu düşünmek bile gülünç geliyor insana...’
Metin Kunt, şöyle devam ediyordu yazısına:
‘Gerçi üniversitelerimizde, belirli bölümlerde eski yazı öğretilmekte; ama Türk toplumunun nereden gelip nereye gittiğini daha sağlıklı bir şekilde tartışabilmek ve saptayabilmek istiyorsak, amacımız çok daha yüksek sayıda öğrencinin geçmiş kültürümüzle doğrudan doğruya ilişkisini sağlamak olmalı. Bu amaç için de lise programındaki eski yazı (‘Osmanlı’ca) öğrencilerin seçerek okuyabileceği bir ders olarak yer almalı. Orta öğretimde, Arapça ve Farsça öğretiminin aksine, Osmanlıca öğretimini gerçekleştirmenin hiç de zor olmayacağına ve çok daha büyük yararlar sağlayacağına inanıyorum.’
Metin Kunt’un görüşleri böyle. Söylemesi bile fazla belki: Kunt’un bu görüşlerine, bundan 25 yıl önce ne kadar yürekten katıldı isem, bugün de o kadar yürekten katılıyorum.
‘Ceviz Sandıktaki Anılar’ kitabımda da belirtmiştim; bir defa daha yazayım: Türkiye’de eğitim sisteminin düzeltilmesinde işe, liselerden başlamak gerekir. Bu ülkede eğitim her düzeyde çöküntüye uğramışsa, bunun temel nedeni, lise eğitiminin giderek çöküntüye uğramasıdır. Bütün büyük ‘Batılı’ ülkelerde, eğitimin temelkoyucu birimi, lise’dir. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin, Türkiye’de milli eğitim sisteminin ‘yeniden yapılandırılması’ ile bir ilişkisi olmadığını ve siyasal bir amaç öngörülerek gerçekleştirildiğini bilmeyen mi var?
Uzun sözün kısası, Türkiye’de son derece radikal bir eğitim reformuna ihtiyaç vardır. Bunun için de hem lise müfredat programları yeniden gözden geçirilmeli, hem de (ki, asıl önemlisi budur!) lise öğretmeninin yetiştirilmesine özen gösterilmelidir. ‘Ceviz Sandıktaki Anılar’da yazmıştım: Benim lisede okuduğum 1950–1954 yıllarının lise öğretmenleri düzeyindeki hocaları, bugünün üniversite hocaları arasında bile bulmak pek mümkün değildir. Edebiyat öğretmeni, doğru dürüst Osmanlıca bilmezken, kim kime neyi öğretecek Allahaşkına!
Türk milli eğitiminin lise eğitimi bağlamında, eskiden olduğu gibi ‘edebiyat’ ve ‘fen’ bölümleri kurulmasına şiddetle ihtiyaç olduğu kanısındayım. Lise eğitimi dört yıla çıkarılmalı (biz, liseyi dört yıl okuduktu!); ‘edebiyat’ bölümlerinde ‘tarih, edebiyat ve felsefe’ derslerine ağırlık verilmelidir. Edebiyat bölümlerinde bir Batılı dille birlikte Osmanlıca zorunlu olarak okutulmalıdır.
Hamiş: ‘Liselerde Osmanlıca eğitimi’ konusunda, okurlarımdan çok sayıda e–mail aldım. İlgi ve desteklerine yürekten teşekkür ederim.

(H.Y.)